30 Aralık 2014 Salı

'14'ten Geriye: Şarkılar ve Albümler

Son bir yılı gözden geçirmek adına 2014'te en çok dinlediğim şarkı ve albümlerden birer adet "geri sayım playlist'i" oluşturdum. Esas amaç yeni yıl bitmeden insanlara ulaşacak şahsi bir "best of" listesi oluşturmaktı. Ancak elbette 2015'te dinleseniz de listenin anlamından bir şey eksilmeyecektir. Özün sözü:

14'ten Geriye: Şarkılar

14- Stevie
-Kasabian

Kasabian'ın son albümü, en iyi çalışmaları değildi belki ama insanı bağımlısı yapacak güzellikte birçok şarkı barındırıyordu. "And all the kids they say/Live to fight another day" gibi çok karanlık ve gaz bir nakarat sözüne sahip bu parça, bu yıl kesinlikle en çok dinlediklerimden biri oldu. Yeni yıl öncesi güçlü bir moda girmek için de iyi bir açılış...

13- Right on, Frankenstein!
-Death From Above 1979

2004'teki ilk albümleriyle hatırı sayılır bir takipçi kitlesi edinmişti bu garage/noise/dance/punk/rock ikilisi.. 10 yıl sonra ise ikinci albüm "The Physical World" geldi. Önceki şarkıdan aldığımız gaz, bu şarkıda biraz daha büyüyor. "I don't wanna die but I wanna be buried/Leave me at the gates of the cemetery" gibi yine karanlık sözlere bu defa dance-punk musikisi ekleniyor ve yerinizde duramıyorsunuz.. Bittiyse sıradaki şarkı...

12- Bent to Fly
-Slash feat. Myles Kennedy & The Conspirators

Şimdi şunu söyleyin, Slash'in gitarına Myles Kennedy'nin vokalleri cuk oturmuyor mu? Bana göre son yıllarda kurulan en başarılı ortaklık budur. Bu şarkı ise insanı bildiğin kanatlandırıyor. Cidden. Buyrun sözler konuşsun: "I won't stop running/I'm only getting closer/To getting off the ground this time/The sky is calling, the wind is at my shoulders/Won't let this chance pass me by/Mama, I'm bent to fly"...

11- King
-Eluveitie

İsviçreli folk/melodik death/Celtic metal topluluğu Eluveitie ile tekrar karanlık ama kararlı bir atmosfere geçiyoruz. Son konsept albümleri Origins'ten çıkan çokça sevdiğim bir şarkıdır King. Eğer gidip görebilirsek Şubat'ta Garajistanbul'da da bu şarkı ve daha niceleriyle bizleri beklerler. Velhasılkelam işte size Kelt Kralı Ambicatus'un hikayesi...

10- Anısına
-Pink Floyd

Richard Wright'ın anısına mı? Peki olay bundan ibaret olsa şarkı adı niye Türkçe olsun? Belki Gezı Direnişi'nde hayattan koparılanlara bir atıf vardır? Her halükarda David Gilmour ve Nick Mason'dan 21. yüzyılda böyle duygu yüklü bir parça çıkması harika, e malum, kendileri Pink Floyd'un iki kemik üyesiydi zamanında... O zaman bize de takdir edip hayran kalmak düşer. Gezi Direnişi'nde ve dünyanın dört bir yanında yitirdiğimiz güzel insanların anısına... Anısına... Anısına.

9- Outside
-Foo Fighters

Sonic Highways bana göre biraz kendi yükünün altında ezilen bir albüm. Ancak bir-iki adet çok hoş şarkının ortaya çıkacağı da belliydi. Bunlar içinde (Subterrannean ve I Am A River dahil olmak üzere) beni en çok kendine çeken Outside oldu. Arada bir yerde o kadar iyi bir riff var ki arak olabilir gibi, ki muhtemelen öyledir, ama olsun yine de bütünlükte çok net parça... "I wanna get outside, outside, of me"...

8- Born in Chains
-Leonard Cohen

Şimdi biraz sakinleşelim ve büyük şair Leonard Cohen'in pasif protestosuna katılalım... Cohen'in Yahudi geçmişini yad ettiği bu nostaljik parça albümdeki diğer birçok şarkı gibi klasik olmaya aday. Duygu yüklü ve vurucu, 80. yaşını yaşayan bir adamdan beklenmeyecek kadar güçlü bir sesle. Ne de olsa o eski bir toprak, bir ozan... 

7- Give Us A Kiss
-Nick Cave & The Bad Seeds

...ve Nick Cave. O da bir başka ozan, sadece daha genç. Artık orkestrası haline gelmiş arkadaşlarından oluşan grubu Bad Seeds ile kaydettiği bu şarkının gün yüzüne çıkması 20,000 Days on Earth ile mümkün oldu. İyi ki de vardı, oldu. "Childhood days/In a shimmer haze/Give us a kiss." Melankolik ve gönül fetheden harika bir parça... Merak etmeyin biraz daha böyle duygusal takılacağız.

6- Hostiles
-Damon Albarn

2014'te ilk solo kaydını dinleyicilerine sunan önemli bir isim Damon Albarn'dı. Tema açısından oldukça içine kapanık ama bir o kadar da etkileyici bir albüm olarak görünen Everyday Robots'un bu hüzünlü parçanın ilhamı Albarn'a küçük kızıyla oynadığı video oyunları vesilesiyle gelmiş. Malum, adam oldukça üretken. Bu üretkenlik neyse ki müziğinin kalitesinden bir şey düşürmüyor. Hani, Blur bir daha birleşmese darlamaz beni artık.

5- Weight of Love
-The Black Keys

Black Keys şu sıralar kariyerinin zirvesini yaşayan gruplardan. İlk zamanlarındaki o asi blues sound'unu büyük ölçüde yitirmiş olsalar da hala özgünler ve sürekli kendilerine bir şeyler katmayı başarıyorlar. Turn Blue'nun bu açılış parçası progresif bir yapıya sahip, seksi bir kayıt.

4- Disappearing
-The War On Drugs
Bu senenin en net indie grubu kesinlikle The War On Drugs idi. 7 dakikalık saykedelik bir şaheser olan bu parça ise bende halen eskimedi. KCRW'dan bu canli performansı dinleyin ve kendinize gelin... veya kaybolun.


3- Dreaming a City (Hugheskova)
-Manic Street Preachers
Manics son iki albümde toplam 3 enstrümental parçaya yer verdi ve üçü de cidden enfes işler. Nicky Wire'a göre "bozulmaya başlayan bir ütopya"yı tasvir eden bu parça, kesinlikle Manics'in kariyerinin ve bu yılın en iyilerinden. Progresif yapısı ve sapkın atmosferiyle hala keşfetmediyseniz sizi sarsmayı bekliyor. Çünkü bazen sözsüz bir parça, çok daha fazla şey anlatır. Biz de düş kurmaya devam ederiz... Bir hayranın hazırladığı yukarıdaki video da oldukça başarılı sayılır.

2- Rainbow
-Robert Plant

Robert Plant'ten adı gibi renkli bir parça olan Rainbow, melodisinin cazibesiyle listede üst sıralardan bir yer kazandı. "I will bring the song for you/And I will carry on" diye sesleniyor Plant o meşhur vokal perdesiyle. Fazla söze gerek yok.



 1- Lazaretto
-Jack White

Senenin en rock'n roll parçalarından Lazaretto, Jack White'ın gitarıyla, karizmasıyla ve insanı eriten vokalleriyle hemen hemen herkesin takdirini kazanmış bulunuyor. "And even God herself has fewer plans than me", "When I say nothing/I say everything" şarkıdaki cool kısımlardan sadece bir kesit. Bu sıraya yerleşmesi haliyle pek zor bir seçim olmadı.







Bonus: Sue (or In A Season of Crime)
-David Bowie

Herhangi bir sıraya yerleştiremediğim şarkı, David Bowie'den gelen 7 dakikalık progresif caz parçası oldu. Zira geçen seneye kadar kendisinden bir dahi haber alamamaktan korktuğumuz Bowie üstadın hala eskisi kadar üretken olması, başlı başına bir umut sebebi. Kendisini daha birçok yıl boyunca aramızda görmemiz temennisiyle...







14'ten Geriye: Albümler:

14- A Letter Home
-Neil Young

Başlangıcı Neil Young ile yapıyoruz. İşte karşınızda bu senenin en orijinal albüm fikri. Taş plağın ses kalitesinde bir cover albümü kaydedip yayınlamak. Bundan daha nostaljik ve sahici abüm zor bulunur. Neil Young bu albümle çıkagelerek gönülleri bir kere daha fethetti. Üstelik projenin arkasındaki isim Jack White idi...






13- Soused
-Sun O))) & Scott Walker

Deneysel drone metal grubu Sun O))) kült mertebesine ulaşmış bir grup. Scott Walker ise eski bir avant-garde/art rock müzisyeni. Bu isimlerin ortaklığının meyvesinin ise Loutallica Lulu'nun aksine oldukça başarılı olduğu da aşikar. Yine az sayıdaki şarkı, geniş bir süreye yayılmış, usul usul akıyor. Bu albüme bu senenin en iyi ortaklığı diyelim hatta.






12- Syro
-Aphex Twin

Farklı ve iyi bir şeyler arayanlara şiddetle tavsiye edilir. Her birinin başlığı bilgisayar yazılım kodu gibi olan 11 şarkıyı dinlerken cidden iyi bir elektronik müzik olduğunu fark edeceksiniz. Söyleyebileceğim başka bir şey yok çünkü Aphex Twin hakkında pek bir şey bilmiyorum. Ama Syro'yu tanırım iyi çocuktur.







11- Are We There
- Sharon Van Etten

Zamanımızın güzide seslerinden Sharon Van Etten, kariyerinin en iyi eserini sunarak arzı endam etti bu sene müzik çalarlara. Hüzünlü sesi Lana Del Rey'den çok daha etkileyicidir zannımca. Afraid of Nothing, Your Love is Killing Me gibi şarkılar gecenin bir yarısını canınızı acıtabilir, dikkat.







10- Lament
-Einstürzende Neubauten

Çılgın Alman Blixa Bargeld ve arkadaşları, size son çalışmalarını sundu: Lament. İsteyen müzik desin, isteyen tiyatro, isteyen sanat. Ama Einstürzende Neubauten her zamanki kadar deneysel, gerçekçi ve çarpıcı. 1. Dünya Savaşı'nın konu edinen bu son albümleri de ilerde diskografilerinin vazgeçilmezlerinden olur.






9- To Be Kind
-Swans

İnsanı hayrete düşüren ilginç bir grup Swans. Deneysel çizgiden ayrılmayıp daima şaheser niteliğinde albümler üretebilen grupların sayısı günümüzde bir elin parmağını geçmez ama Swans, tam da böyle bir grup. Michael Gira'nın dehasına bağlayabilir miyiz bunu? Bu arada, bu son albüm de geçen seneki The Seer gibi uzun ve içine girseniz çıkamayacağınız şarkılardan mürekkep.





8- Once More 'Round the Sun
-Mastodon

İçine girmesi zor bir müzik yapıyor Mastodon. Ama girenler de hastası oluyor adamların. Her bir üyenin vokale katkıda bulunmasının yanısıra hiçbirinin imaj derdine düşmeyip sadece iyi müzik yapması da gruba olan sevginizi depreştirecek unsurlar. Dahası, bu albüm baştan sona hayata olan bakışınızı olumlayacak sözlere sahip... Çok makara. Dinleyin keşfedin.






7- The Mountain 
-Haken

Senenin progresif albümü deyince oyum Haken'dan yana olacak. Eski tarzları biraz yumuşatıp üstüne bir de jazz fusion katan Haken, bu albümde tıpkı bir dağcı misali her şarkıda biraz daha yükseğe tırmanıyor, bu yolculuğunu da Atlas Stone, Cockroach King ve Pareidolia gibi şarkılar aracılığıyla yapıyor. Sağlam albümdü vesselam.






6- Pale Communion
-Opeth

Mikael Akerfeldt'in "Artık death metal'i o kadar da dinlemiyoruz, bu albüm de sözümüzdeki değişikliği yansıtacak." açıklaması yerinde bir açıklamaydı ve sonuç hiç de hüsrana uğratmadı. 70'lerin o saf hard rock sound'u ve incelikli progressive yapısıyla ilk dinleyişte aşık olabileceğiniz bir albümdü Pale Communion. Mart'ta İstanbul'da randevumuz var, canlı dinlemek nefis olacak.





5- Lost In The Dream
-The War on Drugs

Amerikali indie ekibinin 3. albümü neredeyse her müzik eleştirmeninin ilgisini çekti. Eyes to the Wind, Burning, Under the Pressure, Red Eyes, Disapearing derken tüm şarkıları saya saya albümün öne çıkan şarkılarını seçemediğiniz, içinizde büyüyen bir albüm. Henüz duymadıysanız arşivinize eklemelisiniz.






4- Lazaretto
-Jack White

Jack White hakkında söylenecek çok şey var ve bu yüzden pek de bir şey yok. Kendisi çağımızın müzik dahilerinden, 21. yüzyıla kendi dokunuşunu kattığı için şanslıyız. Şu sıralar hakettiği bir şekilde kariyerinin zirvesinde bulunan dünya çapında takdir kazanmış bir virtüöz. Son albümüyle külliyatına yeni klasikler kattı ve inanıyoruz ki bunu yapmaya devam edecek.





3- Lullaby and... The Ceaseless Roar
-Robert Plant

Müziğin babalarından Robert Plant de bu sene nispeten sessiz sedasız bir albüm için çıkardı. Dünya müziğini harmanladığı bu albüm muhtemelen ustanın en iyi eserlerinden biri. Eski bir şarkı olan Little Maggie'ye getirdiği bir yorumla açılıyor ve su gibi akıp gidiyor. Dingin kafayla dinlenecek önemli bir albüm.







2- Popular Problems
-Leonard Cohen

80. doğumgününde Kanadalı ozan bir sürpriz yaptı ve dünyaya karşı sessizce hiddetlendiği bu mütevazı albümle ortaya çıktı. İlk şarkı Slow sizi yanıltmasın, daha ilk başta açıklıyor Cohen: "It's not because I'm old/ It's not the life I lived/I always liked it slow/That's what my mama said". Geri kalan 8 parça ise çok daha derin anlamlı ve etkileyici. Muhtemelen The Future'dan bu yana ustadan gelen en iyi çalışma. İçinizde büyüyor.





1- Futurology
-Manic Street Preachers

2014'te tekrar tekrar dinlemekten usanmadığım albüm Futurology idi kesinlikle. Böylesine sevdiğim ancak son yıllarda müzikal açıdan biraz kararsız kalmış bir grubun kendini başarılı bir şekilde tazelediğine tanık olmak sevindiriciydi. Space-rock baladı Divine Youth, sanat aşkını tasvir eden Black Square ve distopik esintiler taşıyan Dreaming a City (Hugheskova) gibi parçalar albümü benim gözümde hep taze tutacak.





Bonus: The Endless River
-Pink Floyd

Herhangi bir sıralamaya koyacak cesareti bulamadığım albüm, senenin müzik mucizesi olan The Endless River'dır. Mucize derken en iyi Pink Floyd albümlerinden biri olduğu iddiasında da bulunmayacağım nitekim degil, lakin kusursuz olmasına gerek de yok. Ne de olsa biz doğduktan sonra yayınlanmış bir Pink Floyd albümü duyma fikri sahiden paha biçilemezdi ve o fikir gerçekleşti. Biz de mucizelere inandık.. ve bu da geleceğe duyduğumuz umudu tazeledi derinlerde bir yerde.

8 Kasım 2014 Cumartesi

Jack White'lı Bir Akşamdan Akılda Kalanlar

Bu anı bekliyordum. Sınav haftam yaklaşırken benim deşarj olmaya, kurtlarımı dökmeye ciddi şekilde ihtiyacım vardı ve bu özlemi de ancak Jack White bitirebilirdi. Aldık biletleri, düştük yollara.. Yol dediğim de öyle çok absürd bi mesafe değil tabi ama anlatıma güç katıyor. Neyse, Volkswagen Arena'ya (Black Box demeyin, Black Box'lığı kalmamış) bu defa Maslak'tan servis bulamadık. Organizasyonun ilk defosu. Ayrıca alanın önündeki otoyola acilen bir trafik ışığı da lazım, olmuyor böyle koşa koşa karşıya geçiyoruz.. Biletleri bastırıp girdik alana, güvenliği daha bi sıkılaştırmışlar sanki, girişte ilk kez kimlik sordular 18 yaş altı mıyım diye.. Üstelik 1 aydır reşitim yahu. Sakalları kestirdik, ondan olsa gerek..

Mekanın iç tasarımı en takdir ettiğim yönü olabilir, cidden çok rahat. Hiç izdiham olmuyor girişte çıkışta ve ortam da çok canlandırıcı. Gittiğim üç konser için de geçerliydi bu durum. Biraları yudumlarken yanı başımızda ufak bir canlı performans veriyordu birkaç adam ve salona adım attığımızda öngrup çalmaya başlamıştı bile. İnsan öngrup var diye duyurmaz mı yahu? Umut Adan yazıyordu galiba sahnede, öyle bi adı vardı. Neyse bir ara solist "eller havaya" diye işaret verse de kitleden hiçbir tepki alamadı, Umursanmadılar bildiğin. Hoş bir performanstı oysa..
Dokuza doğru iyice doldu salon ve gaz veren hip hop parçaları eşliğinde ortam iyice ısındı. Birkaç kere bilindik bir şekilde konserin başladığına dair feykler verildi. Bu feyklerin her birinde kulağımın dibinde "Jaaack!" diye çığlık atan kızın da hakkını vermek lazım, sağlam screamer'dı. Neyse sonunda sahnedeki perde (evet perde, şekile bak şekile) açıldı ve haham sakallı bir abi geldi sahneye. Yaptığı konuşma cidden anlamlıydı, aşağı yukarı şöyle: "Merhaba İstanbul! (Türkçe dedi tabi, karşılık da aldı milletten) Nasılsınız? Jack birazdan burada olacak. Ama öncesinden sizden bir ricamız var, o telefonlardan çekim yapmayın olur mu? Burada çok iyi bir kameramanımız var, bütün fotoğrafları o çekecek. Unutmayın, bu yaşayacağınız bir rock'n roll deneyimidir ve bu ruhu ancak canlı canlı, kalbinizle tanık olursanız hissedebilirsiniz. (Telefonunu kaldırıyor) Bunlardan seyretmenin hiçbir anlamı yok." Alkışladık, çok haklıydı, kimileri de şikayet etti ve tabi neticede yine bu uyarıyı s..lemeyip kameraya alan çoktu. Şimdi o anlara gelelim.
Açıkçası konser anını birebir hatırlamıyorum, en net hatırladığım şey kendimden geçtiğimdir. Yıllardır yaptığı müziği saygıyla dinlediğim adam ona yakışacak bir grupla (ve yepyeni Elvis saçlarıyla!) önümdeydi. Davulcu Meg White'a bin basacak bir abimizdi, konser boyunca davulu dövdü durdu. Öte yandan Meg'e çok benzeyen bir başka güzel kız da keman çalıyordu. Sonradan öğrendik ki adı Lily'miş. Şeker kızdı, sesi güzeldi, baya etkilendim açıkçası. (Bu noktada hızlıca bir şeye daha değineceğim; Jack yeni saçıyla Elvis'i hatırlatıyorsa, yanındaki kızlarla bana Leonard Cohen'i hatırlatıyor, hepsinin çok ilginç bir güzelliği ve cazibesi var.) Ses sisteminin ise
hala geliştirilmesi gerekiyor, "Avrupa'nın en iyi akustiğine" sahip bir mekana yakışmıyor bu ses sistemi. Artık Mr. White'a gelelim: Konseri yeni albümün enstrümental parçası High Ball Stepper'la açtıktan sonra White Stripes klasiği Dead Leaves and the Dirty Ground'a geçtiler ve nihayet Jack'in o tiz sesini duyduk ve sonrası baya bulanık. Bir ara çok net görüşe sahip bir yer buldum kendime ve konser boyunca muhafaza attim o yeri. Lazaretto, Temporary Ground, Would You Fight For My Love? gibi yeni şarkılar peşi sıra gelirken Jack de sağolsun selamını esirgemedi, nihayet burada olduğuna sevindiği gibi klişe bir sözle başlasa da arada "Well Istanbul, we're friends now" gibi sözler söyleyerek samimiyetini gösterdi herkese. Hatta bu sözü We're Gonna Be Friends şarkısından sonra söylemiş olabilir, emin olamadım şu an. Eğer öyleyse bak şimdi her şey daha mantıklı geldi..
Konser ilk ve ikinci yarıdan mürekkepti. Aralarında yer alan molada seyirciden gelen, Seven Nation'ın melodisini kullanan tezahürat ekibi çok etkilemiş olmalı ki hemen sahneye çıktılar ve WS şarkıları ağırlıklı ikinci yarıyı en sevdiğim WS şarkılarından biri olan Icky Thump'la açtılar! Zaten geri kalan kısım da iyi seçilmişti, Ball and Biscuit olsun, Fell in Love with a Girl olsun, Three Women olsun.. Fell in Love'da Jack mikrofonu seyircilere uzatıp tepki alamadığındaki yüz ifadesi süperdi. Güldü biraz ve devam etti şarkıya.. Kapanışı elbette Seven Nation yaptı. Bise çıkarlar diye, insanlar dışarı çıkarken bazılarımız bir ümit öne yardırdı, olmadı. Olsun. Beklentilerimizi misli misli karşılaşmıştık ve konser bitene kadar kendimi yorgun hissetmedim.
Dönüş yolu elbette biraz çileliydi, ben de bu yazıyı o anları anlatarak noktalamak istemiyorum. Jack White'i gördüm işte yahu. Ne geceydi ha. Benim gibi bir öğrenci bünyeye şifa oldun, sağolasın Jack abi!..

Not: Bu yazı aceleyle karalanmıştır, yazım hatalarım varsa affola.



20 Temmuz 2014 Pazar

İnceleme: Futurology

9.5/10
Benim gibi Manics'in tüm albümlerini hatmetmiş sıkı bir hayransanız şu fikirde hemfikiriz demektir: Bu grubunki kadar cezbedici bir müzikal ideolojiye sahip sanatkarlar karşımıza sık çıkmıyor. Başka hangi grup şarkı sözlerinde Nietzsche, Stephen Hawking, Richard Nixon, Madonna, Adolf Hitler, George Orwell ve Pablo Picasso'dan bahseder? Başka hangi grup sosyalizmin bayrağını bu kadar dikkat çekici biçimde kariyerinde dalgalandırmıştır? Başka hangi grup kariyeri boyunca hem Motown Junk gibi sıkı, agresif bir punk şarkısı; hem Your Love Alone Is Not Enough gibi insanı coşturan bir pop şarkısı; hem de Britanya'nın müzik listelerinde yeni milenyumun ilk No.1 parçası olan The Masses Against the Classes'ı icra etmiştir? Başka hangi grup yıllara ve Richey Edwards gibi acı bir kayba göğüs gerip hala ayakta ve radikal kalabilir?
Çoğu hayran gibi benim gözümde de, Richey sonrası gelen albümlerde Manics'ten bir şeyler koptu, eski duruşları biraz sarsıldı. Ama bu durum hala dinleyicileri büyüleyen, önceki kayıtlardan farklılığıyla şaşırtan albümler yapmalarını engellemiyor. Bu milenyumun ilk 10 yılını Manics için bir silkelenme dönemi olarak görürsek, son 3 albümle de emektar ve uzman müzisyenler olma yolundaki basamakları uygun adım tırmandıklarını görebiliriz. Sahiden de dokuzuncu albüm Journal for Plague Lovers'tan sonra gelen Postcards from A Young Man, ruhsal açıdan olgunlaşmış 3 adamın ortaya koyduğu güçlü bir pop/rock albümüydü. Ardından bir ara verdiler ve tekrar ortaya çıktıklarında ellerinde bir değil, iki albüm vardı. İlki bir şarkı hariç tamamen akustik folk şarkılarıyla örülü Rewind the Film idi. Daha "sert" bir altyapıya sahip ikinci albümü ise sonraya bıraktılar. Şimdi merakla beklenen o çalışma da elimizin altında.
Albüm yayınlanmasından birkaç gün önce torrent'e düşünce, zaten daha sonra albümü plak koleksiyonuma ekleyeceğimin bilinciyle, vicdanım rahat bir şekilde kendime hakim olamayıp albümü indirdim. O günden beri esiriyim desem mübalağa olmaz herhalde! Her zamanki gibi müzik tarzında yeni ufuklara göz kırpan bir çalışma olmasının yanında, çok hoş sürprizlerle karşılaştığımı da söyleyebilirim dinlerken. Öncelikle Generation Terrorists ve The Holy Bible'dan bu yana yapıkları en evrensel, en politik söylemler içeren albüm olduğu muhakkak. 47 dakikalık sürenin tümünde David Bowie'nin Berlin döneminden ilham aldığını açıkça hissettirmesi de cabası. Yüzeysel olarak bakıldığında kimi zaman Low gibi minimalist bir albüm, kimi zaman ise başka grupların harmanlanıp yoğurulmuş hali.
Şarkı şarkı kısa ve acısız bir tura çıkacak olursak: Futurology'nin insanı gülümseten vokal ve besteleriyle açılışı yapan albüm, (Bir gün geri geleceğiz, aslında asla gitmemiştik. Bir gün geri döneceğiz, ne kadar acıttığı önemli değil ve acıtıyor.) yerini albümün sözleri kimilerince yanlış yorumlanan ilk single'ı Walk Me To The Bridge'e bırakıyor. Ardından gelen Let's Go To War, marş ritmiyle aklınızda kalacak; aynı durum albümün en özel parçalarından Europa Geht Durch Mich için de geçerli. The Next Jet to Leave Moscow (Ben görüp görebileceğin en ikiyüzlü adamım... Demek Küba'da oynadın, hoşuna gitti mi birader? Bahse varım gururlandın seni aptal piç kurusu...) albümün en muhalif yüzlerinden biri yine. Bu noktadan sonra ise albümün en sürprizlerle dolu kısmı başlıyor. Georgia Ruth'un büyüleyici vokalleriyle bir anda insanın dikkatini çeken Divine Youth, efsanevi Bowie şarkısı Space Oddity'nin ayarında kaydedilmiş modern bir space rock baladı. Ve sonra bir başka sürpriz: Sex, Power, Love & Money... Açılışını duyduğunuzda "Hobaa, bu da nereden çıktı?" diye düşünmeden duramadığınız, ancak Generation Terrorists'in içinden kopup gelmiş olabilecek, bir de üstüne rap vokalleri eklenmiş bir hard rock parçası kendileri. Albümün iki enstrümental parçasından biri olan Dreaming A City (Hugheskova), melodileriyle adeta "amacından sapmış bir ütopya kenti"ni tasvir ediyor. Ardından gelen Black Square'de grubun sanat sevdasını duyuyoruz. (Modern sanat diye bir şey yoktur, sanat ebedidir.) Şarkı da deneysel bir parça gibi başlayıp adını modern sanata ait ünlü bir tablodan alıyor zaten. Between the Clock and the Bed albümün bir diğer sürprizi: Green Gartside'ın konuk vokalleriyle tam bir "80ler disco pop'u"... Misguided Missile ve The View from Stow Hill, ruhani halleriyle bir önceki albüm Rewind the Film'e aitmiş gibi dursalar da, kapanışı bu albümün ruhunu yansıtan enstrümental Mayakovsky yapıyor. Bundan sonra da bize tekrar tekrar dinleyip mest olmak düşüyor. Keyifli dinlemeler..

Öne Çıkan Parçalar: Futurology; Europa Geht Durch Mich; Divine Youth; Sex Power, Love & Money

31 Mayıs 2014 Cumartesi

Dosya: Eli Kulağında Albümler (Vol.1)

(Kronolojik sıralamayla:)

48:13 / Kasabian (9 Haziran)
Tom Meighan ile birlikte kendi partisinin eşbaşkanı diyebileceğimiz, grubun gitaristi Sergio Pizzorno'nun sözleriyle "sade ama öz, özü de pek bir has" olan 48:13; grubun şimdiye kadar yaptığı en kaliteli albüm olmuş Meighan'ın iddialarına göre. Harbiden albümden yayınlanan deneysel ve eletronik parça "Eez-Eh" insanı bağımlısı yapıyor.
Albümün ismini süresinden aldığı sade konsept etkileyici. Kapak resminin pembe olması ise insan gözünü rahatsız etmek amacını taşıyormuş.

Lazaretto / Jack White (10 Haziran)
Aylar önceydi, Bay White kendi plak şirketi olan Third Man Records'ta şu sıralar ne yaptığından bahsetti: "İki albümün prodüksiyonunu yapıyorum. Bunlardan biri bana ait, biri değil.." O iki albümden White'a ait olmayan, taş plak kalitesinde banda kaydedilen son Neil Young albümü A Letter Home çıktı. İkinci albüm ise White'ın ikinci solo albümü. 11 yeni şarkıdan mürekkep bu albümde hayal kırıklığına uğramayacağımızı bilmek, heyecanı arttırıyor.

Futurology / Manic Street Preachers (7 Temmuz)
Manics'in post-Richey dönemine ait son yeniden doğuşuna Eylül 2013'te yayınladıkları 11. albümleri Rewind the Film ile tanıklık etmiştik. O dingin folk çalışması, aslında iki perdelik bir oyunun ilk sahnesiydi. İkinci perde olan Futurology, RtF'in aksine sırtını elektronik gitarlara, distortion'lara dayıyor. Önceki albüm gibi Futurology de konuk vokaller içeriyor. 4 Lonely Roads'un vokallerini üstlenen Gallerli şarkıcı Cate Le Bon bu albümün de konuğu. Ayrıca Alman aktris Nina Hoss'u da albümün ikinci single'ı Europa Geht Durch Mich'te dinliyoruz.

World Peace is None of Your Bussiness / Morrissey (15 Temmuz)
Her zamankinden daha provokatif albüm ismi ve fevkalade kapak görseliyle bizi bizden almayı başaracak yine Morrissey. Ülkemizin geçtiği kaotik dönemle ilgili düşüncelerini paylaştığı şarkı "Istanbul" ve albüme ismini veren şarkıya ait videolar yayınlandı. Bu videolarda jilet gibi bir takım giyinmiş bir Morrissey kamera açısına giriyor ve şarkıların sözlerini şiir halinde okuyor. Bu yazın şüphesiz en çok çürünecek albümlerinden biri..

World On Fire / Slash feat. Myles Kennedy & The Conspirators (15 Eylül)
Slash Myles Kennedy ve hobi olarak kurduğu grubu Conspirators'u baya sevdi, ortak oldular turnelere birlikte çıkıyorlar artık. Birlikte kaydedip yayınlanacakları yeni albümde ise 17 gıcır gıcır parça var. Kim bilir belki bir umut bu albümün turnesi kapsamında Türkiye'ye ikinci kez gelirler; biz de Slash'ın gitarlı musikisiyle tekrar zevke geliriz..



Tarihi Meçhul İşler:
Shadows In The Night / Bob Dylan:  Kesin bir bilgi olmasa da Dylan'ın resmi sitesinde rastlanan yandaki görsel albümün ismine dair ipucu veriyor. Paylaşılan ilk kayıt ise bir Frank Sinatra cover'ı "Full Moon and Empty Arms" oldu. Albümün sonbahar civarında çıkacağı ise bilinen bir başka gerçek..

Queen Forever! / Queen:  Toplama bir albüm olmasına karşın içinde Freddie Mercury'nin ve Michael Jackson'ın da vokallerini taşıyan 3 duyulmamış parça da olacak ve Brian May bu üç şarkının Temmuz gibi gün yüzüne çıkabileceğini belirtmiş.

LP 8 / Foo Fighters:  Foo Fighters'ın adını bilmediğimiz 8. stüdyo albümü 2014 sonbaharında çıkacak. Adamlar albüm için 13 şarkı üzerinde çalışıyor, bunlardan birinin adı "In The Way" imiş. Grubun planları içinde, Dave Grohl'un yöneteceği ve sonbaharda HBO'da yayınlanacak bir 20. yıldönümü belgeseli de var.

Monuments to An Elegy / Smashing Pumpkins: Kapak görseli ve yayın tarihi hariç her şeyini bildiğimiz 9. SP albümü. 2015'te yayınlanması bekleniyor. Bu albümden sonra da Billy Corgan ve tayfası için mesai bitmeyecek. Aynı yıl yayınlanacak bir de Day For Night isimli ikinci bir albüm var..

16 Mayıs 2014 Cuma

Kahkahalık Köşe: Muse (+Nirvana)

Böyle sıkıntılı günler yaşıyorken biraz da gülmeye ihtiyacımız var.

İşte karşınızda 2010'da bir İtalyan kanalına çıkan Muse'un, tüm stüdyo seyircisini keklediği ve üstelik bunu çaktırmamayı da başardıkları performans:

Sunucunun bu durumdan, performans sonrası bile bihaber olması ise ayrı bir komedi..


Bonus: Hala bilmeyenlere gelsin; Nirvana'nın 1991 tarihli Top of the Pops performansı:



19 Nisan 2014 Cumartesi

Mini Playlist: Rammstein

Rammstein'in daha arka planda görünen dört müthiş şarkısını buraya topladım. Müzikli akşamlar hepinize..
Benzin
Ich brauche Zeit kein Heroin.
Kein Alkohol, kein Nikotin..
Brauch keine Hilfe, kein Koffein
Doch Dynamit und Terpentin
Ich brauche Öl für Gasolin
Explosiv wie Kerosin
Mit viel Oktan und frei von Blei
Einen Kraftstoff wie Benzin......
Haifisch
.....Und der Haifisch der hat Tränen
Und die laufen vom Gesicht
Doch der Haifisch lebt im Wasser
So die Tränen sieht man nicht......
Stirb nicht vor mir
....I don't know who you are
I know that you exist
Stirb nicht
Sometimes love seems so far
Ich warte hier
Your love I can't dismiss
Ich warte hier.....

Roter Sand
....Roter Sand und zwei Patronen
Eine stirbt im Pulverkuss
Die zweite soll ihr Ziel nicht schonen
Steckt jetzt tief in meiner Brust....

13 Nisan 2014 Pazar

Mini Dosya: Or'da Bir Albüm Var Uzakta

Bir grup yeni albüm kaydediyoruz, yakında çıkacak der; beklersiniz, haftalar ay, aylar yıl olur da hala ufukta bir kesinlik yoktur ya... O durum sürüyor, sürecek. Buyurun size kısa ama öz iki örnek.

Blur yıllardır dağılıyor, birleşiyor, dağılıyor, birleşiyor. Albümün statüsü de bir "Kesin çıkacak" oluyor bir "Yok canım öyle bir şey..." Ha, bir de ortada gruptan herhangi bir yaşam belirtisi olmasa dağıldılar dersin, kabullenirsin. Ama arada 2 yeni şarkı yayınlamışlarsa, konserler vermeye devam ediyorlarsa elde olmadan umutlanırsın ve umudun gerçekleşmediği sürece de üzülmeye devam edersin.
Öte yandan kabul edelim ki harbiden zor gibi bu albüm. En azından Damon Albarn her hafta yeni bir solo albüm kaydetme, bir grup kurma vs. gibi işlerin peşine düştüğü sürece... Gorillaz'ın akıbeti de aynı bu yüzden.

Serj Tankian'ı bu kadar inatçı bilmezdik. Gruptaki arkadaşlarının iddiasına göre SOAD'ın tekrar bir araya gelip albüm kaydetmesinin önündeki tek engel Serj'in isteksizliği. Adam yeni albümler çıkarıp duruyor ve deneysel takılıyor. Belki de tek istediği aslında budur. Bağımsız olmak. Yeni ufuklara yelken açmak. İyi hoş ama Serj, SOAD'tan sonraki hiçbir çalışman o dönemin hazzını yaşatmadı ki bize.. Toxicity mi seversiniz, Elect the Dead mi? Mezmerize mı seversiniz, Harakiri mi? Tekrar çoğunluğun takdirini toplayacağın bir işin parçası olmayı istemez miydin Serj? Serj?

Belki başka bir bahara...

12 Nisan 2014 Cumartesi

Makale: Manics ve Richey Meselesi

27 yıl, 12.si yolda olmak üzere 11 stüdyo albümü, 43 single. Yükselişler, düşüşler. Punk, britpop. Asilik, skandallar. Manic Street Preachers’ın tarihinde kayda değer anların sayısı bol. Hepsi bu yazıya sığar mı, sığmaz. O halde işte size Richey Edwards’lı dönemlerini yaşayan Manics’ın mütevazı bir portresi…
1991 yılında, Galler’den gelme dört sitüasyonist punk, eleştirmenlerin merakını üstlerinde toplamayı başarmıştı. Hazırladıkları ilk stüdyo albümlerinin tüm zamanların en harika rock albümü olduğunu, tüm dünyada 16 milyon civarında satacağını ve satışlar bu rakama ulaşır ulaşmaz grubu dağıtacaklarını öngörüyorlardı. Ve kısa bir süre sonra Generation Terrorists piyasaya sürüldü. Gerçekten harika eleştiriler toplamasına rağmen, albümün hasılatı tam bir hüsrandı ve grubun çalışmaları devam etti. İşte böylelikle tüm zamanların en ilginç müzik yolculuklarından biri başlamış oldu…
1990’dan beri grubun menajeri olan Martin Hall anlatıyor: “Kardeşim Philip (kendisi 1990’da hayatını kaybedene dek grubun menajeriydi) ve ben Manics’in bir provasını izlemeye gittik ve gördüğüm ilk şey, bas gitarıyla kafasını yarmış, kanlar içinde bir Nicky Wire oldu. Öte yandan Richey bize utangaç gülümsemesiyle ‘çay içmek ister misiniz?’ diye sordu. Ondan sonra grupla birlikte yemeğe gittik ve nihayetinde Philip planlarının ne kadar güçlü olduğunu gördü.”
Her şey, nevi şahsına münhasır bir kişilik olan filozof ruhlu Richey Edwards’ın, arkadaşları Nicholas Jones (ya da bilinen adıyla Nicky Wire), James Dean Bradfield ve Sean Moore’un kurduğu gruba dahil olmasıyla (1988) başladı.
Richey, hayatla ilgili büyük planları olan ama aynı zamanda ruhsal sıkıntılardan geçen bir entellektüeldi. Grubun gitaristi olarak çalma yeteneği sınırlıydı, hatta yoktu. Konserlerde çalıyormuş gibi yapıyordu sadece. Buna rağmen, 1995’e kadar grubun her hareketini yönlendiren yaratıcı beyin de kendisiydi.
Gazeteci John Robb anlatıyor: “Grup ilk kez bir derginin kapağında yer aldığında (1991) onlarla röportaj yapmak bana düştü. Konuşmanın çoğunu yapan, en hassas noktalara değinen Richey idi. Gençti, iyi görünümlüydü, müziğe aç klasik bir rocker’dı.  Çok satmakla ilgili endişeleri yoktu, büyük düşünüyordu.”
Richey University of Wales’ı politik tarihten iyi bir dereceyle bitirmişti ve değişik düşünürlerin eserlerini okumuştu. Bu durum yazdığı şarkı sözlerine fazlasıyla yansıyordu. Cesurdu, açıksözlüydü, dünya ve insanlık meselelerinden iyi anlıyordu. Ve elbette bu yüzden öyle mutlu mesut yaşayan bir insan değildi. Depresif halleri bir süre sonra öne çıkmaya başladı ve kendine de bol bol zarar verdi.
Gazeteci Pete Paphides anlatıyor: “Aramızdaki yakınlık 93-94 yılları civarında gelişti, ve o sıkıntılı döneminde bile son derece sıcak ve dostcanlısıydı. Bilgisi beni korkutuyordu. O korku bende asla tam anlamıyla silinmedi. Çok iyi bir dinleyiciydi; ama ona söylerseniz söyleyin, o zaten bu bilgiyi önceden biliyordu sanki. Varlığı çok güçlüydü. Onu tanıyan herkes ya onu severdi ya da ne yapıp edip onu etkilemeye çabalardı.”
Mayıs 1994’te, Bangkok’ta bir basın toplantısına katılan grup üyelerine, bir gazeteci “ne kadar sahici bir grup oldukları” sorusunu yöneltti. Bu soruya çok içerleyen Richey kısa süre sonra kendi göğsüne jiletle “4REAL” yazısını kazıdı. Kaldırıldığı hastanede bu davranışını şöyle açıklayacaktı: “Bir şey canımı sıktığında kendimi yaralıyorum ve o an bütün o sıkıntılar fazlasıyla anlamsız geliyor. Başka insanlar bir söze bozulduklarında şiddete başvuruyorlar. Çok maço bir davranış bu… Asla yapamam.”
Richey’nin yaşadığı başka ruhsal çöküntüler de vardı. 1994 yılının ortalarında yemiyor, içmiyor, nadiren sohbetlere katılıyordu, inzivaya çekilmişti. Temmuz 1994’te bir intihar girişimine kalktığından şüphelenilince psikiyatrik bir hastanede tedavi görmeye başladı. Paphides o günleri şöyle anlatıyor: “Ona zevk alabileceği bir şeyin olması gerektiğini söyledim. Şöyle bir düşündü ve dedi ki, ‘Bir dergi alabilir ve resimlere bakıp eğlenebilirim… Ama bu sadece bir dakika sürer.’  O anki psikolojisinden kaymamaya niyetliydi sanki.”
Ağustos 1994’te grubun 3. stüdyo albümü The Holy Bible yayınlandı, ki günümüzde de birçok eleştirmen tarafından bir başyapıt olarak kabul edilir. Önceki iki albüm gibi, bu kayıtta da neredeyse bütün şarkı sözleri Richey’e aitti ve içerik olarak daha önceki bütün çalışmalarından daha görkemliydi. O psikoloji bütün şarkılarda etkisini gösteriyordu. İşte tam bu dönemde Richey her zamankinden de fazla içine kapandı.
Grubun bazı albümlerinin prodüktörlüğünü üstlenen Dave Eringa anlatıyor: “Richey’nin son günlerinde grubun içindeki tansiyon düşmüş gibiydi. Bu konuda köşeyi döndüklerini düşündüm. Yeni kayıtlarla uğraştık, Richey’nin en sevdiği filmlerden Equus’u izledik.”
Ve en sonunda olanlar oldu. Şubat 1995’te Manics’in Amerika turnesinin arifesinde, Richey arkadaşlarıyla Londra’da kaldığı Embassy Hotel’i arkadaşlarına haber vermeden terk etti. Kimsenin nereye gittiği hakkında bir fikri yoktu. Polis çağırıldı, aramalar başladı. Richey’nin arabasının, intihar edenlerin gözden mekanı Severn Köprüsü’nün yakınlarında bulunması herkesi korkuttu. Günler aylar oldu, aylar ise yıllar… Ve Richey o gün bugündür asla bulunamadı. Kaybolduğunda 27 yaşındaydı.
Bu grup üyeleri için ciddi bir şoktu. Turnenin geri kalanı iptal edildi. Bundan sonra ne yapacakları belirsizdi. Sonunda Richey’nin ebeveynlerinin de onayını alarak kariyerlerine 3 kişi devam etme kararını aldılar. Zaman içinde Richey’yi canlı gördüğünü, hatta onunla ayaküstü sohbet ettiğini iddia eden bazı insanlar ortaya çıktı. Hatta bir kişi yıllar sonra Richey’yi turistik bir ada olan Goa’da gördüğünü söyledi. Ama bu iddiaların hiçbiri kanıtlanamadı ve 2008’de Richey James Edwards resmi olarak “ölü kabul edilmiş” oldu. 2009’da grup üyeleri onun arkasında bıraktığı şarkı sözlerini toplayıp Journal for Plague Lovers adlı albümde kullandılar.
Sonsöz olarak, Martin Hall’un şu söylediklerini alıntılamak kafi: “Bugün Richey’i düşündüğümde, kardeşim Philip’i de düşünüyorum, çünkü kardeşimin ölümü ve Richey’nin kaybolması birbiriyle art arda gerçekleşti sayılır. Yaşadığına dair iddialar doğru mu, şu an Goa’da bir sahilde oturmuş, akustik gitarını çalıyor olabilir mi, onu bilemiyorum. Bunu düşleyemiyorum. Gerçi zaman zaman Richey’nin düşlerime konuk olduğu doğru: Bu düşlerin çoğunda, Richey Manics’in bir konserinde ansızın sahneye çıkıveriyor ve ‘Selam millet, işte buradayım!’ diyor. Ondan beklediğiniz her şeyi karşılar bir biçimde… En iyi perfonmansında.”

(13 Ekim 2013 tarihli yazımdır. Yayınlamak bugüne kaldı.)

A'dan Z'ye, Oradan Buraya: Hızlandırılmış Gündem Turu

Arctic Monkeys aldı başını gidiyor dostlar.. Ama siz bunu zaten biliyordunuz değil mi? Tamam, devam edelim..

"David Bowie’nin yayınlanmamış işleri gerçekten muazzam ve gün yüzüne çıktıkları halde kimse hayalkırıklığına uğramaz," diyor, The Next Day'in prodüktörü ve ustanın sıkı dostu Tony Visconti.

Morrissey'in bu yaz çıkacak olan yeni stüdyo albümünde Istanbul adlı bir parça da var.

"Sahi bir Jack White vardı ne oldu ona?" Kendisi kimseye bunu dedirtmek için fırsat vermeyen bir üretken adam. Yeni albüm Lazaretto yolda.

Kurt Cobain ölmedi, kalbimizde yaşıyor. Bundan sonra heykel olarak da buralarda olacak. Keşke bir de söz konusu heykel Cobain'den çok Chad Kroeger'a benziyor olmasaydı..

Jack White demişken, bu yaz Küçükçiftlik'e uğrayacak Neil Young'ın yeni albümü A Letter Home, Jack White'ın plak şirketi tarafından basılacak. Dedik o kadar, adam boş durmuyor.

Radiohead bu yazı stüdyoda geçirecek. Önümüzdeki yıla yeni bir albüm duymak için hazırlanın.. Zamanı gelmişti.

21 yıllık bir ara sona eriyor. Roger Waters, yeni solo albümünün demo çalışmasının bittiğini duyurdu: “Demoyu Salı (12 Kasım) gecesi tamamladım. 55 dakikalık albümde şarkılar ve tiyatro var. Her şeyi anlatmak niyetinde değilim ama bir radyo tiyatrosu gibi düşünebilirsiniz. Birbirleriyle konuşan karakterler ve bu karakterlerin bir görevi var.”

U2 yeni albümlerinde Danger Mouse’la işbirliğine gidiyor. Basçı Adam Clayton, bu albümle eski U2 sound’unu geri döndürdüklerini ancak geçen 10 yılda olgunlaştıklarını ve bunun da albüme yansıyacağını belirtti.

The Black Keys ile Lana Del Rey'i buluşturan şey nedir? Del Rey'in yeni albümü Ultraviolence.. Keys'in solisti Dan Auberbach'in katkısı var bu işte. Kim bilir belki albümde back vokal'i falan vardır derseniz, aradığınız cevap bu değil. Auberbach albümün bizzat prodüktörlüğünü üstlenmiş.

2014'ün yaz konserleri programında kimler yok ki? Megadeth, Metallica Massive Attack, Soundgarden, Epica, Dream Theater, Neil Young & The Crazy Horse, dredg, Portishead, Tori Amos bu grupların bir kısmı. Bir de rivayet düzeyinde dolaşan isimler var. Hugh Laurie diyorlar mesela..

Bu başlık, halihazırda bulunan konular güncel kaldıkça güncellenebilir..

İnceleme: I'm Beside You

7.6/10
Gönül verdiğiniz bir grubun yenilenmesini kabulleniş kişiden kişiye farklı sürelerde gerçekleşir. Tabi bu değişimin başarıya ulaşması da önemli. Bazı gruplar bu değişimi eline yüzüne bulaştırır ve bu durum onların sonunu bile getirebilir. Sonuçta hiçbirimiz G'nR konserine gidecek olsak "Paradise City'i bırakın şimdi, Chinese Democracy istiyoruz biz" demeyiz. Ama Axl'ın kotardığı o rezil albümün bu yazıyla bir alakası yok. Neticede "In RHCP We Trust"... Zaten bu değişim onların yaşadığı ilk değişim falan da değil, ilk değişimleri sonrasında bakınız efsane albümleri Blood Sugar Sex Magik ile çıkagelmişlerdi. BSSM halen birçok hayran için grubun kilit albümüdür. Under the Bridge, I Could Have Lied gibi duygu yüklü parçalar grubun erken diskografisinde ön planda bulunmaz zira. O dönem, genç, enerjik, çılgın, çiçeği burnunda RHCP'nin eseridir.  Radikal bir adımla RHCP'nin altın çağı başlar, Stadium Arcadium'la kapanış gelir. Sırada olgunluk çağı bekler. O çağ henüz başladı ve daha neler neler bekliyor bizi..
Anthony Kiedis'in söylediğine göre I'm With You ikinci bir Stadium Arcadium olup iki diskle piyasaya sürülebilirdi. Ama bu defa bu seçeneğin yerine emeklerini ana albüm ve b-side'lar olmak üzere ikiye böldüler. O b-side'lar da ikinci bir vinil olarak değerlendirildi. Fena mı oldu, olmadı. Sadece zamanlama biraz hatalıydı. O kadarı da olur artık. Bu kaydın değeri eminim ki sonraki yıllarda daha iyi anlaşılacaktır. Bir defa albümün kapanış şarkısı Open/Close, bu albümün taşıdığı değeri az çok anlamanıza yeter şarkı sözlerine bakarsınız: Anthony gençlik anılarını, rahmetli Hillel Slovak'le olan muhabbetini o kadar büyük bir samimiyetle anlatıyor ki.. Böyle samimi ve açıksözlü bir şarkı grubun diskografisinde bir ilk. Adeta bir kamp ateşinin etrafında toplanmış onu dinliyorsunuz o ise hikayesini anlatıyor; eh sonuçta adam eski toprak, eğlenceli anıları var. O şarkının sözlerinin bir kısmını aşağı yukarı çevireyim, daha iyi anlaşılır:
Brezilya'daydık işte, orası da nasıl vahşidir ha. Rio de Janeiro'da korumamız diyebileceğim bir adam vardı ve, şey, ona sorduk: "Bizi gezdirir misin biraz? Sizin mekanlardaki fuhuşu, uyuşturucu ticaretini, gece kavgalarını falan gösterirsin ha?" "Olur" dedi. Yanaştık bir fahişeye, meğersem bir transseksüelmiş. Bizim adam onu yanına çağırdı (...) Hatırlıyorum da ilk kez ehliyet almıştık ve benim birader Hillel'in bir Dodson'ı vardı.. Hollywood kışın çıldırırdı, (...) Ot çeker, tepelere çıkar progressive rock müzik dinleyip kafayı bulurduk, hayattaki planlarımızı konuşurduk, Hillel bir rock yıldızı olmak istiyordu. Bense o kelimenin anlamını bile bilmiyordum, dedim ki "Sen ne dersen, kardeşim. Seninle geliyorum. Arkandayım, dostum!
İnsana yüzüne buruk bir tebessüm konduran bu şarkı hoş bir seçkiye hoş bir son sahiden ama diğer şarkıları da es geçmeyelim. Bundan önceki incelemelerde şarkı ismi verdim hep. Ama bu albümü kendiniz keşfedin istiyorum. Bu yüzden şarkıları tek tek incelemeyeceğim. Oluşturun bu seçkiden mürekkep bir playlist, bırakın çalsın. Değişimi göreceksiniz. Bayadır inceleme yazmadığım için bu kadar duygulu bir yazı hazırlamış olmam da albümün değerini düşürmüyor. Sıradaki RHCP albümünde buluşalım. Adamlar uğraşıyor. Uğraşsınlar seviyoruz.
In RHCP we trust..
(5 Nisan 2014 tarihli yazımdır.)

Bazen Bir Düzeni Yıkıp Baştan Yaratman Gerekir..


Site isminin uzun ve ingilizce olmasının yaratabileceği kafa karışıklığının endişesiyle, eski blogum The Daily Rock Music'i yeniden inşa etmeye karar verdim. Eski yazıları bu yeni adrese yavaş yavaş yerleştireceğim. Arada yeni yazılar da gelecek tabi. :)
Facebook'taki Gündem Rock adlı sayfayı da takip edebilirsiniz.
Bekleyin bekleyin, bundan önceki blogdan daha aktif olacak..